ylvis yazılır ilvis okunur
Her şey Denizin paylaştığı o asansör videosu ile başlamıştı. Kahkahalarla bir kez daha bir kez daha izlerken o videoyu, işlerin bu noktaya geleceği aklıma bile gelmezdi. Çok geçmeden bu adamların mutlaka başka numaraları da olmalı düşüncesiyle kendimi Youtube’da ylvis videoları ararken bulmuştum.
Başta esmer ve sarışındılar benim için. İnsanları eğlendirmek için çok eğlenceli işler yapan acayip yaratıcı ve bir o kadar yakışıklı iki kardeş. Sarışın olan daha uzunca boylu, esmer olanını gülüşü çok mu güzel ne?
Yaptıkları talk show programının yeni sezon tanıtımı için çektikleri 3 dakikalık videonun Youtube’da 40 milyon kez izlenmesine ne kadar şaşırdıklarını anlatıyorlardı kendilerine uzatılan mikrofona ve ben bir kaç ay önce yapılmış bu röportajı izlerken bahsettikleri “the fox” videosunun izlenme sayısı 425 milyona ulaşmıştı.
Her seferinde yeni bir şey denemelerine ve bunu yaparken limitleri zorlamalarına bayılmıştım ve izlediğim her videoda hayran olacak yeni bir şey buluyordum. Bir defasında hadi bir şarkı yapalım ve kısa sürede bir dance hit olsun diye yola çıkmışlardı yine fakat şarkı yapmak konusunda bu kadar yetenekli iki kişi için bu çok kolay bir hedefti. Bu yüzden şarkının sözlerini sarışın olanın 9 yaşındaki kızı Sophie yazacak ve akorlarını da hayvanat bahçesindeki bir orangutan, kafesine atılan üzerinde akorlar yazılı olan tahta küpleri sıralayarak belirleyecekti 🙂
Yine de o gün bir ses bana bu olacakları fısıldasa ona inanmazdım. “Deli misin?” derdim.
“The fox” un ardından yaptıkları daha pek çok şarkı vardı ve aslında günümüz pop müziğinin ve kliplerinin bir parodisi olan bu şarkıların müzikleri o kadar iyiydi ki sözleri anlamayan biri pekala Justin Timberlake yerine dinleyebilirdi.
İki kardeş hakkında daha çok şey öğrendikçe aslında birbirlerinden oldukça farklı olduklarını fark etsem de hangisine daha çok hayran olduğuma bir türlü karar veremiyordum.
Sarışın olanın şu aerial silk dedikleri kendini iplere dolayarak havada türlü şekillerde asılı kalma numarasını yapabildiğini ve bunu yapmak için 6 ay gece gündüz her yeri morarana kadar çalışmış olduğunu öğrendiğimde kararımı vermiştim.
Ama bu durum esmer olanın uçak kullandığını ve kurdukları yapım şirketinin adını o efsanevi uçaktan ilham alarak concorde tv koyduklarını öğrenmemle birlikte değişti.
Sonra sarışın olanın Bard, esmer olanın Vegard, Ylvis isminin de aslında soyadlarının kısaltması olduğunu, çocukluklarını Afrika’da geçirdiklerini, ikisinin de neredeyse tüm müzik aletlerini çalabilmelerine rağmen Bard’ın gitarı, Vegard’ın daha çok orgu tercih ettiğini öğrendim.
Leopar desenli mayo giymiş erkekleri çekici bulmasam da girdiği iddiayı kaybedince leopar desenli bir mayoyla eczaneye gidip pastil alabilen ve bunu yaparken çok da eğlenebilen Bard’a daha bi hayran olmaktan alamamıştım kendimi.
Ama bu kez de Hollandaca diye bir dil olmadığını, istese Norveçce kelimelerin sonuna rastgele ekler ekleyerek gayet güzel Hollandaca konuşabileceğini iddia eden Vegard bunu ispatlamak için Amsterdam’a gidip orda tek kelime bilmeden kadınlarla konuşup, sorularına kendi uydurduğu dilde cevaplar verirken o kadınları çok etkileyememiş olsa da bu yaptığıyla beni oldukça etkilemişti.
Diğer yandan Norveçceyle olan ilişkim de anlıyorum ama konuşamıyorum seviyesine yaklaşmaya başlamıştı.
Bunlar olurken kardeşimin interneti sürekli video izleyerek meşgul etmemle ilgili kibarca başlayan uyarıları da “Abla bi kez daha ylvis videosu izlerken görürsem yemin ederim banlayacağım. Sadece bilgisayarını değil iPadini de telefonunu da banlayacağım” tehditlerine dönüşmüştü.
Ancak bu tehditlerin beni durdurmayacağı ortadaydı çünkü bu iki kardeşe olan hayranlığım en son orta üçteyken Suat Suna’ya karşı hissettiğim duygular kıvamına gelmişti. Posterlerini odama asmak, konserlerine gidip en ön sırada bas bas bağırmak istiyordum.
Bi dakika… konser mi?… olabilir mi?
Sonrasında her şey çok hızlı gelişti. Ben hangi ara Norveç’in biletix’inde bir hesap açıp biletleri aldım, arkasından kendimi nasıl Norveç devlet demiryollarının sitesinde Oslo – Trondheim bileti ararken buldum çok net hatırlamıyorum.
Net hatırladığım bir şey var ama. En son Demo’yu ziyarete Ankara’ya gittiğimde gece saat dörde gelirken ve ben hala “Demo bak bir de şöyle bir şarkıları var, bu da çok güsel” diye coşkuyla anlatırken Demo’nun “Yaa bi yat zıbar artık çağdaş, başlıycam ylvisinden” demek yerine bana tam bir ergen psikiyatristi anlayışıyla yaklaşıp yarı uyur yarı uyanık enerjisinin son kırıntılarıyla “Yaa evet çok güzelmiş” şeklinde muhabbeti sürdürmesi. Bunu unutamam.
Ve işte güneşli bir Temmuz günü Fundayla birlikte kendimizi Oslo tren garında Trondheim treni beklerken bulduk. Ve şimdi Funda yan koltukta manzarayı seyrederken ve tren saatte iki yüz küsur km hızla Trondheim’a yaklaşırken ve arka koltuktaki hiperaktif çocuk bir türlü yorulmadan koridorda koştururken ben adeta bir zaman yolculuğuyla 14 yaşıma dönüyorum.
Bard, Vegard bekleyin bizi. En ön sırada bas bas bağırmaya geliyoruz 🙂
Leave a Reply