yaratıcı yazarlık
Her şey yazıevi’nde katıldığım yazıya giriş atölyesi çok güzel geçince, acaba bu alanda başka neler var düşüncesiyle Google’a girip arama kutucuğuna yaratıcı yazarlık yazmamla başladı. İlk karşıma çıkan, Boğaziçi Üniversitesi Mezunlar Derneği’nin düzenlediği kurs oldu. Tanıtım sayfasında eğitimi Murat Gülsoy’un verdiği yazıyordu. Kursun içeriği ve ders saatleri cazipti ama eğitmenin ismini daha önce duymamıştım. Google’a “Kimdir bu adam?” diye sorduğumda karşıma çıkan ilk fotoğraf şu oldu:
Kibirli, soğuk herifin teki olduğu bakışlarından beliydi. Derste, katılımcılardan birinin dile getirdiği fikirden hoşlanmazsa muhtemelen onu bozup susturacak, her şeyin en doğrusunu kendisi bilen bir adam. Hiç çekemem. Zaten kurs da karşıda, her hafta her hafta kim geçecek.
Arama sonuçlarına dönüp başka birkaç kursun daha içeriğini inceledim. Bir miktar kafa karışıklığı ve hayal kırıklığıyla konuyu o gün için kapattım.
Birkaç gün sonra araştırmaya kaldığım yerden devam ederken, hem BUMED’in kursuna hem de farklı diğer kurslara katılmış birinin yazdığı detaylı bir yazıya rastladım. Hepsinin farklı güzel yönleri olsa da Murat Gülsoy’un derslerinin diğerlerine göre daha pratik ağırlıklı geçtiğinden, katılımcıların çok sayıda ilginç yazı egzersizleri yapma şansı bulduklarından bahsediyordu. Bir iki yerde daha bu kurstan övgüyle söz eden yazılar okuyunca “Eh ne yapalım, birkaç ay dayanacağım artık. Sert ve soğuk bir adam olsa da işini iyi yapıyor demek ki” düşüncesiyle kendimi rahatlatmaya çalıştım. Yeni dönemin başlamasına daha beş hafta vardı. O zamana kadar biraz daha araştırıp, kaydımı sonra yaptırmaya karar verdim. Acele etmeye gerek yok, değil mi?
Sonrasında olaylar çok hızlı gelişti. Sıralamadan tam emin olmasam da, az sonra anlatacaklarımın hepsi takip eden birkaç gün içinde oldu.
Ekşi sözlükte Murat Gülsoy başlığı altında yazılanları okudum. Elektik-Elektronik mühendisliğinden sonra Psikoloji alanında mastır yapmış olması beni şaşırttı. Bir taraftan hafta sonları yaratıcı yazarlık dersi verirken, bir taraftan da Biyomedikal Mühendisliği Bölümünde ders verip, lazer sistemleri üzerine araştırma yaptığını ve bu arada on sekiz kitap yazmaya vakit bulduğunu öğrendiğimde şaşkınlığım hayrete dönüştü. Bunlar yetmezmiş gibi Boğaziçi Üniversitesi Yayınevi’nin genel yayın yönetmenliğini ve Boğaziçi Üniversitesi Nâzım Hikmet Kültür ve Sanat Araştırma Merkezi müdürlüğünü yürüttüğünü okuyunca “Yok artık” dedim ve zamansızlıktan yakındığım zamanlar için utandım. Bu adamdan zaman yönetimi eğitimi almak güzel olurdu diye düşündüm.
Yine de henüz gidip bir kitabını almak için sabırsızlanmıyordum. Daha önce benzer şeyler başıma gelmişti. Yakın geçmişte, hazırladığı televizyon programlarını ya da köşe yazılarını takip edip entelektüel birikimine hayran olduğum iki yazarın romanlarını heyecanla alıp, çok büyük hayal kırıklıkları yaşamıştım.
1967 doğumlu olduğunu öğrenince fotoğrafına bir kez daha baktım. Aslında o kadar da kibirli birine benzemiyordu. (Bugüne kadar tanıdığım 1967 doğumlu Elektrik-Elektronik mezunlarının süper insanlar olmasının, fikrimi değiştirmemde belki küçük bir etkisi olmuş olabilir. Bilmiyorum)
Araştırmaya devam ettim. Konuk olduğu edebiyat programlarının videolarını buldum. Bu programlarda kimi zaman yeni çıkan bir kitabından, kimi zaman da sevdiği yazarlardan bahsedişini keyifle izledim. Kelimeleri öyle güzel seçiyor, düşüncelerini öyle anlaşılır bir şekilde ifade ediyordu ki izlerken dakikaların, saatlerin nasıl geçtiğini anlamadım. Sevdiği yazarları ve kitapları tutkuyla seven insanların o yazarlardan, o kitaplardan bahsetmesini dinlemeyi oldum olası seviyorum. Onun da Oğuz Atay’ın ve Tutunamayanlar’ın hayatındaki yerini her seferinde aynı heyecanla anlatışını çok sevdim.
Kitaplığından seçtiği beş kitabın içinde Kara Kitap’ın da olduğunu gördüğümde kendisine artık iyice kanım ısınmıştı. Kitabı (o da benim gibi), içindeki hikayenin ötesinde fiziksel olarak da seviyordu. Özel basım olan kitapta, yazarın el yazısı ve çizimlerinin olduğu sayfaların üzerinde parmaklarını sevgiyle dolaştırıyordu. Bu on beş dakikalık videoyu aşağıdaki bağlantıdan izleyebilirsiniz. Uyarmadı demeyin, edebiyat sevenlerde yüksek dozda hayranlık yaratabilir.
Kara Kitap’tan bahsettiği üç dakikalık bölüm beni iki şekilde etkiledi.
Birincisi, hepimizin sevdiği kitaplar, yazarlar var. Bunlardan bahsetmek hoşumuza gidiyor. Sevdiğimiz kitabın bir bölümünden bahsederken, karşımızdaki kişi “Evet ben de defalarca okumuştum o kısmı, ne güzel anlatmış geç kalmışlık duygusunu değil mi ” gibi bir şey söylediğinde aramızda çok özel bir iletişim kanalı açılmıyor mu? İşte bazen bunu yaşamak biraz zor olabiliyor. Orhan Pamuk ise sevdiğiniz yazar, Boğazın Suları Çekildiği Zaman hikayesi sizi çok etkilemişse, “O kısmı okuduktan sonra ben de uzun zaman her vapura bindiğimde Kara Cadillac’ı göreceğimiz günü hayal ettim” diyen biriyle karşılaşmanız zor olabiliyor ve aslında bu büyük bir yalnızlık.
İkinci sebepse, o kısa konuşmada insanların (aslında kendimin) Orhan Pamuk okumayı neden sevdiklerini anlamamı sağlamış olması. Belki üzerinde çok fazla düşünmediğimden, belki de gerekli kelime hazinesine hakim olmadığımdan “Ay nasıl okuyorsun o kitapları? Ben valla yirminci sayfaya gelemeden bıraktım” sorusuna “Seviyorum işte, çok farklı bir lezzeti var” dışında bir cevap veremiyordum. Onun hepimizde olan başkasının yerine geçme arzusu ve Batılılaşamama olgusuyla yaptığı açıklamayı dinlerken kendimi “Evet, tam olarak böyle” diye düşünmekten alamadım. “Defalarca başlayıp, defalarca farklı yerlerine geldiğim Kara Kitap’ı bu kez sonuna kadar okuyacağım” deyip Borges ile birlikte okuma listeme ekledim.
Bir süre sonra Google artık öğrendi. Arama kutucuğuna adının ilk birkaç harfini yazmam yetiyordu. Acaba okumaya hangi kitabından başlasam derken 602. Gece isimli blogunu buldum. Kitapları bölümüne girdim. Gölgeler ve Hayaller Şehrinde kitabından alınmış, ait olamamak ile ilgili aşağıdaki paragraftan o kadar etkilendim ki arka arkaya üç kez okudum.
Buraya ait olamamaktan yoruldum. Ama gidemiyorum da… Paris’e de ait değilim çünkü. Charles, Marcel, Evelyn, Margaret, hepsi başka bir yere ait olmanın güveniyle istedikleri yere gidebiliyorlar. Gittikleri yerde de durmayacaklar belli ki. Ben onlara benzesem de onlardan biri değilim. Acı bir tecrübe. Hayaletlerin niçin kimi binalarda hapis kaldığını şimdi anladım. Ben ve benim gibiler bu şehrin hayaletleri. Melez mahluklar. Onlarsa seyyah. Çoktan bitmiş bir hikâyeyi tekrar yaşamak isteyen eğlence düşkünleri. Onlara boşuna kızdım Alex. Ateşe verdim her yeri. Öfkem kendimeydi, biliyorum. Hiçbir yer yok benim için. Onları kıskanıyorum. Kendinden emin insanları. Herkesin bir evi, bir toprağı var. Ben gökyüzünde uçan kimsesiz bir tohumum. Bütün rahimler ölü benim için.
Yine de kendisiyle tanışmak için seçtiğim kitap Baba, Oğul ve Kutsal Roman oldu. Listedeki diğer kitaplarla birlikte sepete ekleyip internet kitapçımdan sipariş verdim.
Öğrendikçe daha çok merak ettim. Yazar Ayfer Tunç ile beraber seçtikleri bir konuyu edebiyat çerçevesinde ele aldıkları ve diyaloglar adını verdikleri sohbetleri izlemeye başladım. Tanıdığım yazarlar, okuduğum kitaplar hakkında bilmediğim şeyler öğrendim. Postmodernizmin ne olduğunu öğrenmemden uzun yıllar önce okuduğum Fransız Teğmenin Kadını kitabının neden postmodern bir roman olduğunu dinledikten sonra kitabı tekrar okumaya karar verdim. Tanımadığım yazarlar hakkında dinlediğim eğlenceli hikayelerden sonra okuma listeme yeni isimler (Yusuf Atılgan’dan Aylak Adam, Haldun Taner’den Ayışığında Çalışkur) ekledim. Bu sohbetler olup biterken ben nerelerdeydim, niye orada değildim diye hayıflandım.
Bu arada kafamdaki Murat Gülsoy fotoğrafı da değişmişti.
Sonra ubor metenga buluşmaları adını verdikleri, Ayfer Tunç ve Yekta Kopan ile gerçekleştirdikleri edebiyat sohbetlerine rastladım. Ubor metenga da neymiş diye araştırırken yolum yine Oğuz Atay’a çıktı. Tutunamayanlar’ı yıllar önce yarım bıraktığım için kızdım kendime. Korkuyu Beklerken hikayesi ile birlikte onu da ekledim okuma listeme.
Derken, başlamasına bir ay kalan kurs geldi aklıma. Okumaya, izlemeye dalmış kayıt yaptırma işini tamamen unutmuştum. Kurs konusunda bir hafta önceki telaşsızlığım uçup gitmişti. Hemen numarayı çevirdim ama elbette yirmi beş kişilik sınıf dolmuştu. İsmimi yedek listeye yazdırmak mı? Tabii süper olur. Yedek listesinde başka kimse var mı? Kaç kişi dediniz? Yirmi beş mi? Oldu, yazalım yine de. Teşekkür ederim.
Sonraki iki günü suratım beş karış, bahtsızlığıma söylenerek, İstanbul’dan ve kalabalıklığından şikayet ederek geçirdim. O güne kadar kaçırdığım tüm fırsatlar kol kola girip bir çember olmuş, şarkı söyleyerek çevremde dönüyorlardı. Üç yaşındaki bir çocuğun öfkesiyle insanlara kızıyordum. Bütün suç onlardaydı. O uçak biletlerinin bir sene önceden ayarlayıp, tiyatro biletlerini aylar önceden alan, kurslara bile haftalar önceden kayıt yaptıranlar. Onları hiç sevmiyordum.
Bir hafta sonra, hayal kırıklığım hafiflemiş bir şekilde, masamın başında oturuyordum. Yan tarafta duran kağıdın üzerine not aldığım kitap isimlerine takıldı gözüm. Yarısından çoğunu sipariş vermiştim. İçimdeki düzen canavarı uyandı. Excel programını açıp isimleri alt alta girdim. Yirmi iki kitap. Cehalet diz boyu. Bir de kitap okuyan biriyim. Gerçi isimleri yabancı değildi. İçlerinde okuyup unuttuklarım, başlayıp yarım bıraktıklarım da vardı.
tutunamayanlar | oğuz atay |
hikayeler | tanpınar |
yüzyıllık yalnızlık | gabriel garcia marques |
nisyan | murat gülsoy |
bır deliler evinin yalan yanlış anlatılan kısa tarihi | ayfer tunç |
aylak adam | yusuf atılgan |
sahilde kafka | haruki murakami |
kara kitap | orhan pamuk |
1984 | george orwell |
güzel yazı defteri | tomris uyar |
lord of the flies | william golding |
fransız teğmenin kadını | john fowles |
never let me go | kazuo ıshiguro |
slow man | john maxwell coetzee |
dava | kafka |
yabancı | albert camus |
saatleri ayarlama enstitüsü | tanpınar |
karanlıkta kahkaha | nabokov |
ayışığında çalışkur | haldun taner |
alef | borges |
yeraltından notlar | dostoyevski |
gülün adı | umberto eco |
Hepsini okumam ne kadar sürer merakıyla yanlarına sayfa sayılarını yazıp topladım. Yedi bin iki yüz sayfa. Yani günde doksan sayfa okusam, seksen günlük bir macera. Seksen ve macera kelimelerini aynı cümlede görünce sizin de aklınıza aynı şey geldi, değil mi? Sizi gidi sizi. Dünyanın çevresi süper bir macerayla seksen günde dolaşılabildiğine ve her kitap bizi başka yerlere götürdüğüne göre ben de bu kitaplarla kendi devr-i âlemimi yapabilirdim. Hemen Excel’de kutucuklardan birine o günün tarihini girip, yan kutucukta da 80 gün sonrasının hangi tarihe denk geldiğini hesaplayınca karşıma çıkan sonuç beni çok heyecanlandırdı. 23 Ocak, tam da katılamayacağım kursun bittiği tarihti. Dı nı nı nııım. Bir sonraki kurs ile aramda duran üç aylık süre bir anda sıkıcı bir bekleyişten, heyecanlı bir maceraya dönüştü.
Ertesi sabah daha şaşırtıcı bir şey oldu. En azından İngilizce yazan yazarları kendi dillerinde okumak amacıyla kitapların bazılarını Amerika’dan sipariş vermiştim ve bana gelen e-postada 11 Kasım’dan sonra elimde olacakları yazıyordu. Sanki birileri önceki geceki kararımdan haberdar olmuş ve işlemleri hızlandırmış gibi o sabah, kapıyı çalan kargo görevlisi iki paket getirdi. D&R’dan beklediğim paketle birlikte Amerika’dan yola çıkan paket de tahmini teslim tarihinden tam bir hafta önce elimdeydi.
Kitapları sevinçle yan yana dizip, hepsini bir kaç kez elime alıp bıraktıktan sonra elimde Aylak Adam ile koltuğa uzandım. Beraber Eski İstanbul’da çok güzel bir üç gün geçirdik. Karaköy’den Galata’ya yürüdük, Suadiye’de yazlık ev tutup her gün denize girdik. Anlattıklarını dinlerken, eski zamanlarda sevmek daha mı kolaymış diye düşündüm. Kitabın kahramanı C. ile vedalaştıktan sonra elim Ayfer Tunç’un Bir Deliler Evinin Yalan Yanlış Anlatılan Kısa Tarihi kitabını seçti. Ne kadar farklı bir kitap olduğunu anlatmaya burada girişmeyeceğim. Bence şimdi, bu yazıyı okumaya burada ara verip, en yakın kitapçıya gidip alın.
Yalnızca şunu söyleyeceğim: İçinde münasebetsiz bir komşu, beyin parçaları ve doğum sonrası depresyon olan bir cümleyle beni tam on dakika güldürdü. Şu an sahne gözümün önüne geldikçe yine gülüyorum. Kesinlikle deli işi bir kitap.
Yolculuğumun ilk haftasını böyle geride bırakmış, okuyacağım üçüncü kitaba karar vermeye çalışıyordum ki BUMED’den bir mesaj aldım. Katılımcılardan gelen yoğun talep neticesinde bir ek sınıf açmışlardı. Planım tıkır tıkır işlerken işlerin bir daha değişmesi karşısında bir an sevinsen mi üzülsem mi şaşkınlığı yaşasam da elbette çok sevindim. Demek ki neymiş? Hayat, biz plan yapmakla meşgulken başımıza gelen şeylermiş. Hadi bakalım. Birkaç gün sonra başlıyoruz.
Leave a Reply