İskoçya notları I: Edinburgh’a kaçış
Her yolculuk başka bir arzuyla başlıyor. Kimi zaman yabancı bir şehre ilk defa ayak basma hissini özlediğim için gidiyorum, kimi zaman seyahat dergisinde gördüğüm bir fotoğrafın peşine takılıyorum. Bazen kendimle kalıp kafa dinlemek, bazen kalabalığa karışmak için gidiyorum. Bazen de sırf burada olmak istemediğim için gidiyorum bir yerlere. Gideceğim yerin hiç önemi olmuyor o zaman. İhtiyacım olan şey gitmek oluyor. Pasaportumdaki geçerli vizelere, hava durumuna bakıyorum. Uçak bileti fiyatlarına bakıyorum. Birkaç saat içinde bir plan yapıp birkaç gün içinde gidiyorum. En son Edinburgh’a gidişim de biraz böyle oldu.
Malum, üzerimize gri bulutlar çökmüş durumda. Ülkemizin bir kısmında zaten fiili olarak savaş var. Onun dışında da durum iç açıcı değil. Tecavüze uğramadığımız, boğazımızın kesilmediği, bankadaki paramızı dolandırıcılara kaptırmadığımız, kaldırıma çıkan belediye otobüsü tarafından ezilmediğimiz her gün kendimizi şanslı hissettiğimiz bir zamandayız. Televizyon izlememek, gazete okumamak çare değil. Gözümüzü yumup kulağımızı kapasak, ağzımızdan burnumuzdan giriyor. Soluduğumuz havanın ağırlığında hissediyoruz gerginliği, acıyı, korkuyu.
Mesele bu kötü olayların kendisi değil. Bunların hepsi her yerde yaşanabilir. Bir Avrupa ülkesinde de otobüs yoldan çıkıp insanları ezebilir. Sonrasındaki işleyiş asıl problem. Bizde yetkililer çıkıp, böyle bir şeyin asla kabul edilemeyeceğini, konuyu araştırmak için yetkililerin görevlendirildiğini, kimsenin endişe etmemesi gerektiğini söylüyorlar ve iki gün sonra hepimiz bu kazayı unutuyoruz.
Sürücü mü hatalıydı, yol mu buzlanmıştı yoksa otobüsün frenleri mi tutmamıştı bunu hiç bir zaman bilemiyoruz. Oysa bilmek istiyoruz. Ben bilmek istiyorum. Şoför uykuluysa eğer, çalışma saatleri yeniden mi düzenlendi? Otobüsün bakımı zamanında yapılmadıysa bunun sebebi neydi? Fren muayeneleri artık iki yılda bir yerine her yıl mı yapılacak? Bunları bilmek ve böyle bir şeyin bir daha yaşanmayacağına inanmak istiyorum. Ancak böyle güvende hissedebiliriz. Psikoloji alanında eğitimim yok ama okuduğum pek çok kaynak mutluluğun ilk koşulunun güvende hissetmek olduğunu söylüyor.
Geçen gün otobüste Funda’nın yanına biri oturmuş. Yanılmıyorsam Boğaziçi Üniversite’sinden mezunmuş ve uzun yıllar yurt dışında çalıştıktan sonra İstanbul’a dönmüş. Havadan sudan biraz konuştuktan sonra “İstanbul’da herkes çok mutsuz görünüyor, yüzü gülen kimseyi görmedim geldiğimden beri. Böyle hatırlamıyordum ben burayı” demiş.
Bu duruma farklı bir boyuttan bakıp, “İlahi düzende her zaman olması gereken olur, demek ki bunların yaşanması gerekiyor” diyebilen arkadaşlarım var. Ya da “Evet bütün bu sıkıntılar var ama şükürler olsun sağlığımız yerinde, bir fincan kahvemiz de var içecek. Daha ne olsun” diyebilen. İtiraf ediyorum imreniyorum özellikle ikinci gruptakilere.
Bazen ben de deniyorum. O anda mutlu olmayı. “Tamam eğitim sistemi çökmüş olabilir ama okul çağında çocuğum yok. Adil yargılanma diye bir şey kalmamış olabilir ama mahkemelik bir durumum yok. Bunlar şu an beni mutsuz etmemeli. Sahile yakın bir evim var. Şimdi çıkıp deniz kenarında güzel bir yürüyüş yapacağım” diye evden çıkıyorum. Bakkaldan fıstıklı bitter çikolatamı alıp sahile doğru yürümeye başlıyorum. Sonra minibüs yolunun kenarında kaldırıma oturmuş Suriyeli aileyi görüyorum. Çocukların ayağında terlik. Ne yapayım şimdi elimdeki çikolatayı? Çıkarıp on lira vermek vicdanımı rahatlatmıyor. Elli lira vermek de. Bu insanlar ülkelerinde dilenci değillerdi. Zengin olmasalar da işleri vardı, evleri vardı. Hayatları vardı.
Hani insan olmak empati kurabilmekti?
Birkaç ay önce işte böyle bir ruh hali içinde artık neredeyse nefes alamaz hale gelmişken Jeanette Winterson’ın yeni bir kitap yazdığını ve bir ay boyunca İngiltere’nin çeşitli şehirlerinde tanıtım ve imza günleri düzenleyeceğini öğrendim. Kendisi ıssız bir adaya düşsem yanıma alacağım üç yazardan biridir. Buradan biraz olsun uzaklaşmak için daha iyi bir bahane olabilir mi? Hemen uğrayacağı şehirlere ve tarihlere baktım. İngiltere’nin en güneyinden en kuzeyine, İskoçya’ya kadar uzanan yirmi küsur şehir. Londra’nın o kalabalığını falan hiç kafam götürmeyecekti. Bu büyük buluşmaya mekan olarak haritanın kuzeydeki Dundee ve St.Andrews şehirlerini seçtim. İnsanın en az, yeşilin en çok olduğu yerleri. Hazır gitmişken hem yeşillikler içinde gönlümce kaybolmak hem de insanlığa olan inancımı tazelemek için, bir ütopya köy olarak bilinen New Lanark’ı da ekledim rotama.
Her ne kadar buralara gitmek için önce Türk Hava Yolları ile daha büyük bir şehre, Edinburgh’a uçmuş olsam da maalesef size Edinburgh’un gezilecek yerleriyle ilgili pek bir şey anlatamayacağım. Hiç birini görmedim. Meşhur Edinburgh kalesini bile, kaldığım hostelin tam karşısında olduğu için pencereden biraz seyrettim, o kadar. Ama Edinburgh kırsalındaki köy ve kasabalar hakkında bir dolu anlatacağım var. Dinlemek isterseniz buyurun. İskoçya dosyasını açıyorum.
İskoçya deyince aklımıza ne geliyor? Ekose etek giyen erkekler ve tabii ki viski, öyle değil mi? Bir üçüncü şey daha var ki, aslında bu ikisi arasındaki bağlantıyı kuruyor. O da buz gibi hava. Ben pantolonun içine külotlu çorap giymiş titreyerek gezerken otelin kapısında dizine kadar ancak gelen çorapları ve ekose eteğiyle müşterileri karşılayan amca o havada viski içmesin de ne yapsın? Isınmak için sangria mı içsin?
Aşağıdaki fotoğrafa dikkatli bakarsanız geleneksel İskoç kıyafetin ayrılmaz parçası olan minik çantayı fark edeceksiniz. Zannımca o çantanın tam da küçük bir matara alacak büyüklükte olması tesadüf değil.
Havanın soğukluğuna tezat şekilde insanlar çok sıcak ve güler yüzlü. Garsonlar, kasiyerler, bilgi almak için konuştuğunuz görevliler… Otobüs şoförü bilet konusuna girmeden sıcak bir gülümsemeyle merhaba deyip hal hatır soruyor. Eğer gidiş dönüş biletini bir arada alırsam daha uygun olacağını ancak dönüş biletini bir hafta içinde kullanmam gerektiğini açıklıyor.
Trenin kapısında bekleyen beyaz saçlı, jilet gibi giyinmiş, güler yüzlü amca her yolcuyu evine gelen misafirmiş gibi karşılıyor. Biletleri gülümseyerek kontrol ediyor, şakalaşıyor, iyi günler diliyor. Benim elimdeki aktarmalı bilete bakıp, aktarmayı bilette yazan durakta değil, başka bir yerde yaparsam yolun on beş dakika kısalacağını anlatıyor. Aktarma noktasından sonra hangi trenlere binebileceğimi yazıp bana veriyor. İndikten sonra tren hareket ederken arkasından el sallıyorum.
Tren demişken, şehir merkezinden hareket edeli daha on dakika olmadan her taraf çayır çimen, göz alabildiğine yeşil. Koyunlar ve inekler yayılabildikleri kadar yayılmış.
Beş dakika geçmeden başka bir sürü. Hayvanların yüzlerinde mutluluk var yeminle. Son zamanlarda hayatımıza iyice giren GDOlu yem, antibiyotikle beslenen inek, sağlıksız süt hikayeleri geliyor aklıma. İstanbul’da sağlıklı beslenmeye çalışan pek çok kişi gibi ben de gezen tavuk yumurtası, doğal beslenen inek sütü, gerçek tereyağı, bal bulmak için yaptığım araştırmayla doktora olmasa da mastır tezi yazardım.
Tren camından görünen manzaraya bakılırsa, durum burada çok farklı. Toplam nüfusun beş milyon olduğu düşünülürse, muhtemelen ülkede kişi başına düşen mutlu süt ineği sayısı bire yakın. Hepsine yetecek kadar çimen de var. Hal böyle olunca inekleri mısırla beslemeye, süt yerine süt tozundan peynir ya da yoğurt yapmaya gerek kalmıyordur doğal olarak.
Onca koyunun bir başka hikmeti, Edinburgh’u gezerken ortaya çıkıyor. Kuzu yününden dokunmuş etekleri, kazakları, kaşkolları pek meşhur. Üstelik bu kıyafetlerin bazıları konuşabiliyor. Gri-pembe ekoseli bir kazak mesela vitrinden bana seslendi “Nasıl yumuşacığım, beni giysen nasıl sımsıcak sararım seni. Üstelik tam sevdiğin renklerdeyim” diye. Ben de “Yaa bence de beraber çok mutlu oluruz ama pound olmuş dört buçuk lira. Sana ödeyeceğim parayla üç günlük Barselona kaçamağı yaparım ben. Lütfen anla beni sorun sende değil, para biriminde” dedim. Bir süre sessizce bakışıp vedalaştık.
Vitrinin önünden ayrılıp yürümeye devam ettim. Trafiğin soldan aktığını bilsem de, karşıdan karşıya geçmek için beklediğim sırada kucağındaki köpeği severek, yola bakmadan araba kullanan kadını görünce ödüm koptu. Önünde direksiyon olmadığını görünce iyice afalladım. Neyse ki sağ tarafında oturan adamın elleri direksiyonda, gözleri yoldaydı. Kendi kendime “Arayı çok açmışım, İngiltere’ye gelmeyeli epey olmuş” dedim.
Yeri gelmişken şu İngiltere mi, Birleşik Krallık mı, yoksa Büyük Britanya mı? Peki İskoçya bu resmin neresinde? meselesinde benim gibi kafa karışıklığı yaşayanlar için durumu bir netleştirelim.
Yukarıdaki haritada farklı renklerle boyanmış bölgeler dört ayrı ülke: İngiltere (sarı bölge), Galler (pembe bölge), İskoçya (turuncu bölge) ve Kuzey İrlanda (yeşil bölge).
Coğrafi olarak, sarı pembe ve turuncu renklerden oluşan adaya Büyük Britanya deniyor. Sol taraftaki gri ve yeşil olarak ikiye bölünen daha küçük ada ise İrlanda. Yani Büyük Britanya ve İrlanda aslında ülkeleri temsil eden siyasi isimler değil, coğrafi isimler. Bizim Anadolu ve Trakya dememiz gibi.
1707’de İngiltere, Galler ve İskoçya bir araya gelerek Büyük Britanya Birleşik Krallığını kurmuşlar. 1801’de İrlanda adasının da katılmasıyla Büyük Britanya ve İrlanda Birleşik Krallığı olmuş. Uzun yıllar böyle mutlu mesut yaşamışlar. 1919’da İrlanda’nın “Yok hacı böyle olmuyo, biz ayrılıp bağımsız devam edeceğiz” demesiyle bir iç savaş başlamış ve 1922 de İrlanda’nın büyük kısmı bağımsızlığını ilan ederek, haritada gri olarak görülen İrlanda Cumhuriyeti Devleti’ni kurmuş. Bugün İrlanda olarak bahsettiğimiz ülke burası.
Adanın kuzeyindeki yeşil kısım birliğe bağlı kalmış ve birliğin adı bugünkü şeklini almış: Büyük Britanya ve Kuzey İrlanda Birleşik Krallığı. Krallığı oluşturan dört devletin her birinin kendi başkenti ve yerel yönetimle ilgili kararları alan parlamentoları var. Ortak dil olarak İngilizce konuşsalar da, yöresel aksanlar çok belirgin. Eğitim ve ulaşım sistemleri konusunda da yerel farklılıklar var. Örneğin İskoçya’da şehirler arası tren bileti alırken kullanılan sayfa İskoç demiryolları sitesi. Neredeyse her dükkanda mavi beyaz İskoç bayrağı asılı ve İskoç kimliği hayatın her anında hissediliyor.
Buna karşın uluslararası ilişkilerde tek bir ülke olarak hareket ediyorlar. İngiltere vizesi dediğimiz vize aslında Birleşik Krallık vizesi ve bu dört ülkenin tamamına giriş sağlıyor. Para birimleri ve Kraliçeleri de ortak. Birleşik Krallık bayrağı da aşağıda gördüğünüz gibi birlikteki ülkelerin bayraklarının birleşmesiyle oluşmuş.
İskoçya’ya dönersek… Başkent Edinburgh’da tarih, kültür ve yeşil iç içe geçmiş, şehrin ruhuna işlemiş. “E bunlar bizde de var. İstanbul da aynı böyle” diyenler olabilir. Evet ama orada bunlarla birlikte bir de medeniyet var. Adına isterseniz yaşam kültürü diyelim, isterseniz toplum olma bilinci. Parayla pulla çok da ilgisi olmayan bir şey.
Her şehirde olduğu gibi Edinburgh’da da altyapı çalışmaları yapılan yerler var. Tren istasyonunun bir kısmı panolarla fotoğraftaki gibi bölünmüştü mesela. Bizden farklı olarak onlar bu panoların üzerini Edinburgh Büyükşehir Belediyesi çalışıyor sloganı ve başkanın fotoğrafıyla kaplamak yerine, ünlü bir şairlerinin sözleriyle doldurmayı tercih etmişler.
Her şehirde olduğu gibi Edinburgh’da da geceleri sarhoşların ya da evsizlerin duvarlarına işediği geçitler, merdivenler var. Bunu engellemek mümkün olmayabilir ama en azından kötü kokuyu engellemek için her sabah buraları ellerindeki tazyikli su tabancalarıyla yıkayan görevliler var.
Aşağıdaki fotoğrafı tren beklediğim bir durakta çektim ve beni üç-dört yıl öncesine götürdü. Bir hafta sonu Demet ve Mesut ile Sapanca’da buluşmuş, süper eğlenceli bir hafta sonu geçirdikten sonra Pazar günü onlar Ankara’ya ben İstanbul’a dönmek üzere yola çıkmıştık. TEM otoyolunun o gün dört şerit birden bakıma girdiği yol üzerinde hiç bir şekilde belirtilmediği için, ancak kırk kilometre ilerleyebildiğim bir sekiz saatin sonunda İstanbul’a ulaşmaktan umudumu kesip dönmüş ve geceyi yine Sapanca’da geçirmiştim. Böyle tecrübeler yaşamış biri olarak, aşağıdaki gibi bir ay sonra başlayacak çalışmanın hangi tren duraklarını nasıl etkileyeceğini gösteren bir duyuruyla karşılaşınca, şaşırıp fotoğraf makinesine sarılıyor işte insan.
Bizim de yakın zamanda böyle şeylerin yaşandığı bir ülke olmamız dileğiyle konuyu değiştiriyorum.
İskoçya’ya Avrupa’nın Karadeniz Bölgesi denmesi boşuna değil. Yağmuru bol. Yeşilin bin bir tonu bir arada. İnsanları sıcak. Yöresel müzik aletleri olan gayda bile Karadeniz’deki tulumun bir değişiği. E tabi coğrafyası da benziyor. Zorlu. Şehirlere trenle ulaşım rahat olsa da doğanın daha içine, highland denilen dağlık bölgelere gitmek için araba şart. Her ne kadar Edinburgh’dan minibüslerle günlük ya da birkaç günlük turlar düzenlense de, katılan bir arkadaşım çok da memnun kalmamıştı. Yapabiliyorsanız araba kiralamak en güzeli. Kaybolmaktan korkmayın, yol üzerinde görebileceğiniz bütün şatoları ve kaleleri, parkları ve ormanlık alanları, yemek yiyip konaklayabileceğiniz yerleri gösteren çok detaylı haritalar ve broşürler var. Yeter ki gitmek isteyin.
“Benim hem vaktim var hem de sağlam bacaklarım, yürümek istiyorum” diyenler için de seçenekler sonsuz. Neredeyse bütün İskoçya’yı adım adım dolaşabileceğiniz rotaların olduğu bir internet sitesi var: http://www.walkhighlands.co.uk
Sitede, bu rotaların zorluk dereceleri, konaklama imkanları, iklim koşulları gibi her konuda çok detaylı bilgi mevcut. Benzer şekilde bisiklet rotalarını gösteren siteler de var. Bu sefer yalnızca altı günlüğüne ve başka bir kafayla gittiğim için bu işlere pek girmedim ama oradan kucak dolusu broşür ve kitapçıkla döndüm. İsteyen olursa paylaşabilirim.
Daha sıcak bir zamanda gidip o muhteşem manzaralar eşliğinde pedallamayı çok istiyorum. Bir de tabii Skye adasındaki peri havuzlarını görmek.
Minik şelalelerin, kayaların arasında oluşan doğal boşlukları doldurmasıyla oluşan bu havuzlara girip yüzmek de mümkünmüş. Baştan çıkarıcı, değil mi?
Leave a Reply