mavi hap
Aaah İstanbul. Dünyanın en güzel şehri. Dünyaları verseler değişilmeyecek şehir. Geçen gün sıcak giden havalardan istifade, dünyanın bu en güzel şehrinin en güzel semtlerinden birinde, hem de adalar manzarasına karşı yürüyüş yaparken karnımdan gelen bir ses bana öğle yemeği yemediğimi hatırlattı. Az ilerdeki kafeye girip içinde bolca katkı maddesi bulunan hazır ekmek ve muhtemelen eser miktarda süt içeren kaşarla yapılmış bir tost aldım. Yanına da açık bir çay.
Elimde tepsi, dış taraftaki masaların arasında bir sure umutsuzca dolaştıktan sonra pes edip iç tarafta bir masaya yerleştim. Kafenin iç tarafı dışarıya göre iki basamak yüksekte olduğundan dışarıdaki masaları ve ellerinde tepsileri masaların arasında umutsuzca dolaşan insanları rahatça görebiliyordum. Garip bir şey. Dışarıda yer olmadığı halde tepsisini alan herkes -benim de yaptığım gibi- masaların arasında bir süre turlamadan durumu kabul etmiyordu.
Neyse.. Tostumu daha yarılamamıştım ki dışarıda bana da çok yakın olan masalardan biri boşaldı. Bir elimde tostum bir elimde çantam hemen hamle yaptım ve iki adım attım. Masaya epey yaklaşmıştım ki soldan yıldırım gibi gelen bir teyze kedi çevikliğiyle sandalyelerden birini yakalayıp oturdu. Kaçamak bir bakışla benim geri çekilip çekilmediğimi kontrol edip sandalyesini masaya yaklaştırdı, güzelce yerleşti. Kaybetmiştim.
Ancak ikimizi de şaşırtan bir şekilde bu yenilgiyle birlikte beni fena bir gülme aldı. Masama dönerken kahkahalarımı kontrol edemiyordum. Elimde değildi. Hani olur ya okul yıllarında. Öğretmen kızar, sınıftan çıkarır, kapının önünde devam edersin gülmeye. Öyle işte. Ben güldükçe teyze rahatsız oldu ve bana kısa ama gıcık bakışlar atmaya başladı. Sonunda dayanamayıp “Gülecek bir şey mi var? Allah Allah” diye söylenmeye başladı. Bense kahkahalarımın arasında yalnızca kafamı iki yana sallayabildim.
Gülecek bir durum gerçekten yoktu. Burada klişe bir deyim kullanmak istemiyorum ama ağlanacak bir durumda olduğumuzu bir anda fark etmiş olmamdı gülmemin sebebi.
Sağ tarafındaki kirli tepsiler ve boş bardaklarla dolu servis dolabından ancak iki metre uzaktaki bu masa için girdiğimiz mücadele o kadar zavallıca ve aynı zamanda kadar komikti ki iki duygu arasında kalan beynim, bir anda göz yaşlarına boğulmak daha zor geldiği için herhalde, tercihini kahkahadan yana kullanmıştı.
Bu noktada karamsar bir havaya bürünüp İstanbul’un kalabalığından ve tüm bu mücadelenin anlamsızlığımdan dem vurmaya başlayacağımı sanıyorsanız yanılıyorsunuz. Kahkaha eşliğinde gelen bu bir anlık uyanıştan sonra kendimi hemen toparladım, çantama uzanıp minik hap kutumu çıkardım. Hep yanımda taşıdığım mavi haplarımdan bir tane yuttum. Gerçekliğe döndüm.
Dünyanın en güzel şehrinde denize karşı çay içebileceğim bir masa bulduysam sağ tarafındaki servis dolabının iğrenç görüntüsüne takılmamalıydım. Pekala sandalyemi sol tarafa çevirip boynumu hafif yukarı doğru kaldırınca, önümdeki onlarca masanın arasından gördüğüm deniz manzarasının keyfini çıkarabilirdim.
Çay bardağımın arkasından görünen adalar manzarasının fotoğrafını çekip paylaşmak ve altına da adalara karşı çay keyfi yazmak istiyorsam bin bir mücadeleyle kaptığım masanın silinmemiş olmasını, sıkışıklıktan yan masadakilerle neredeyse omuz omuza oturuyor olmayı ve yerlerdeki sigara izmaritlerini dert etmemeliydim.
Gözlerimi kıstım. Çantamın sapını çaktırmadan omzuma geçirip hücum pozisyonumu aldım. Dışarıda boşalacak bir sonraki masayı kimseye kaptırmayacaktım.
2 Responses to mavi hap