yine yazı bekleriz

 

 

 

 

Her sene aynı şey. Sonbaharın gelip havaların serinlemesiyle bende bir yazdan kışa geçiş sancısı başlıyor. Sonbahar ya da kışı sevenler için bir şey ifade etmese de yaz insanları beni anlayacaktır.

Bu sancılı dönem genelde sandaletli ayaklarda bir üşüme, çıplak omuzlara alınan bir hırka ya da açık havada otururken garsondan istenen bir şal ile başlıyor. Kayseri’deki Konya’daki dört artı bir yüz kırk metrekare evlerde ya da İstanbul’daki ayrı giyinme odası olan villalarda nasıl bitiyor bilmiyorum ama kentsel dönüşümle yapılmış, brütü hep yüz on metrekare olan ama net alanı asla söylenmeyen, bir odası balkondan bozma üç artı birlerde yazlık kıyafetlerin katlanıp gardrobun ulaşılması zor üst taraflarına ve arkalarına kaldırılması, sığmazlarsa hurçlar içinde yatak bazalarına ya da plastik kutular içinde dolap üstlerine konmasıyla son buluyor. Tabii bir yandan da aylardır oralarda bekleyen kışlıklar askılarda ve rafların ön taraflarında yerlerini alıyorlar. 

Ne var bunda canım, iki günlük iş demeyin. İşin içinde duygular olunca her konu gibi bu da karmaşıklaşıyor. Kişiden kişiye farklar elbette olacaktır, bende süreç şu şekilde ilerliyor: 

İsyan: Başlıycam ama yaa sonbaharına da kışına da. Havalar zaten Temmuz ortasına kadar ısınmadı, şurda iki ay yaz yaşadık. Toplasan on beş gün denize girmedim ben yaa. Bana ne arkadaş. Şimdi dokuz ay yine yazı bekle. Günler de kısalacak zaten. Güneş doğmadan işe git, gece karanlığında işten çık. İstanbul’un kışı zaten yağmur çamur, adam gibi kar bile yağmıyor. Ay fenalık geldi, ben bi sahile gideyim.

Adalara bakarken kafadaki düşünceler: Olabilir aslında, olamaz mı? Şöyle senede altı ay güney yarımkürede yaşayacağım bir iş bulsam. İlkbahar yaz, sonra yine ilkbahar yaz. Her ülkede merkezi olan bir şirkette ya da uzaktan çalışmalı. Proje bazlı da olabilir bak. 

Bu sırada arkalardan çekilip giyilen hırkalar yüzünden dolap karışmaya, kazak sütunları yıkılıp ön tarafa yazlıkların üzerine kaymaya başlamıştır. Giyip çıkarılan hırkalar dolaba geri konmadığından komidinin üzerinde birikmeye başlamışlardır. 

İnkar: Yok ya iki gün soğuk yaptı diye hemen kış mı gelecek. Zaten küresel ısınmadan mevsimler de kaydı. Eylül artık yaz sayılır. Bakayım…önümüzdeki hafta yirmi beş derece diyor, en az iki hafta daha giyilir daha bu elbiseler.

Bu aşamada aradan çekilen kazaklar yüzünden raflar artık yarı yarıya dağılmış durumdadır. Giyilip yerine konmayan kazak ve hırkalar komidini tamamen ele geçirmiş, yatağın ayak ucunda minik tepeler yükselmeye başlamıştır. 

Sahte kabulleniş ve kaos: Çoğunu zaten çıkardım, indireyim şunları artık tamamen. Aaa bu pembe kazağı tamamen unutmuşum, bak şu mavi etekle çok güzel oluyordu bunlar. Aaa bu yeşil elbiseyi de nasıl özlemişim.

Bu adımda mantığımızla olayı kabullendiğimiz için bütün kışlıklar arkalardan, yukarılardan indirilip yatağın üzerine konur. Ancak içimizde bir yer yazlık çiçekli elbiselerle vedalaşmaya hazır olmadığı için o elbiseler kışlıklardan boşalar yerlere hemen yarleştirilemezler. Yatağın üzeri giysilerle tamamen kaplanmıştır, odanın kapısı çekilip oradan uzaklaşılır. Takip eden günlerde arada niyetlenilse de kapıdan şöyle bir bakılıp yığının büyüklüğü karşısında korkulur, kapı hemen tekrar kapatılır. Bu kaos dönemi bir hafta on gün kadar sürebilir ve geceleri evin durumuna göre salondaki koltukta ya da misafir odasında yatılır. 

Girişme: Ya Allah! Bu işi bugün bitiriyorum.

Çoğunlukla bir Cumartesi sabahı, “Bu iş bugün bitecek. Gece kesin yatağımda uyuyorum” kararlılığıyla giysilere girişilir. Dışarıdaki soğuk havanın etkisiyle eskisi kadar çekici görünmeyen yazlıklar elden geçirilir. Kirliler çamaşır sepetine, temizler dolabın üst raflarına konulur. Ortalıkta sadece kışlıklar kaldığı için işin yarısı bitmiş gibi görünür, “Hadi şunları da raflara dizivereyim” denir ama öyle olmaz. İki yıl önce alınan ve zayıflayınca giyilecek olan mavi kadife pantolon yığının arasından bakmaktadır. Giyilip aynanın karşısına geçilir. Fermuar çekildikten sonra ilikle düğme arasında kalan o son üç santimlik mesafe göbek içeri çekilerek kapatılır. “Oldu gibi aslında” ile “Bunun içindeyken yemek yesem kesin ölürüm” arasında gidip gelinir. Tam “Dolaşmaya çıkarken giyerim, ayakta dururken çok da şey değil” de karar kılacakken geçen sene kendi kendine verilen sözler hatırlanır.  

Pazarlık: Yani evet, giymediğim giysiyleri iki seneden fazla tutmayacağım demiştim ama bu pantolonun mavisi de o kadar güzel ki. Hadi verdim şimdi, seneye zayıflarsam çok fena pişman olurum. Bir daha nasıl bulacağım aynı maviyi? Ayrıca o kadar dar da değil, fermuar kapanıyor sonuçta. İki kiloya bakar. Spora da başlıyorum zaten, Ocak’ta falan kesin giyerim ben bunu. 

Bu pazarlık, senelerdir dolapta giyilmeden duran ama rengi çok güzel olan, kumaşı yumuşacık olan, deseni harika olan ve hepsi dar olan tüm kıyafetler için tek tek yapılır. On parça kıyafetten bir ya da iki tanesiyle vedalaşılır. (ne oldu izlenen onca Marie Kondo belgeseli) Geri kalanlar katlanıp üst üste dizilir, dolapta çok göz önünde olmayan bir yere konulur.  Nihayet yatağın üzeri seyrekleşmiş, alttaki yorgan görünmeye başlamıştır. 

Yerleştirme: Tamam ya, bir şey kalmadı. Bir saate yerleştirip çıkıyorum.

Bir saatte asla bitmez ama akşam olmadan biter. Gardrobun kapakları açık, karşısına geçilip onca uğraşın sonucu gururla seyredilir. Kombi çoktan yanmaya başladığı için ev sıcacıktır. Günlerdir hasret kalınmış yatakta mis gibi uyunur. 

Sizinkine ne kadar benziyor bilmiyorum ama benim kışa geçişim böyle. Bu yıl Eskişehir’de havalar Eylül ayı başında bir anda soğudu ve ben inkar aşamasında takılıp kaldım. Öyle böyle bir soğumaktan bahsetmiyorum, bir günde sonbahar değil kış geldi. İnce montlarımızı giydik. Bunu yalandan bile olsa kabullenemiyordum. Odanın ortasında açık duran valizden mayolar ve şortlar bana bakarken giyip çıkardığım sweatshirtler ve hırkalar kanepenin yarısını ele geçirmişti bile. Ben ayağımda kışlık pofidik terliklerimle otururken odanın bir ucundaki sandaletlerim son bir tatil yapmadan kutuya girmek istemiyorlardı. 

Neyse ki tam o günlerde ani bir tatil teklifiyle kendimi Kaş’ta buldum. Eskişehir’in on sekiz derece soğukluğundan sonra otuz derecede bir hafta ilaç gibi geldi. Uçuş uçuş elbiselerimi giydim. Denizi, güneşi, yazı içime çektim, dönerken biraz da ceplerime doldurdum.

Böyle güzel vedalaşınca, döndükten bir gün sonra yazlıkların yıkanacak olanları banyo kapısında sırada, kışlıklar raflarda, oda çiçek gibiydi. 

Evet, dondurmam gaymak filminde Ali Usta’nın dediği gibi kimi zaman “bi cinnet her şeyi halleder” ama bazen de cinnete gerek kalmaz. Son bi tatil her şeyi halleder. 

Cinnetsiz, güneşli günler dileklerimle…

 

Aşağıdaki fotoğraf da buraya kadar okuyanlar için bonus. Kurmaca değil. Yine bir yerleşme günü Todor’u özel günlerde kullandığımız şapkaların arasından birini giymiş böyle uyurken bulmuştum 🙂

 

 

Leave a Reply

Your email address will not be published. Required fields are marked *