Minnoş’un ilk banyosu

Çok uzun zaman olmuş. Gerçekten. Şimdi baktım da ben burada en son yazı paylaştığımda Amerika Birleşik Devletleri başkanı Barack Obama’ymış. Trump peruk mu yoksa sadece kötü bir model mi bir türlü anlaşılamayan sarı saçlarıyla dünyaya tehditler savurmaya henüz başlamamışmış.

Aleyna Tilki’nin meşhur olup “o sen olsan bağriiii-iiii” diye müzik listelerini alt üst etmesine aylar varmış.

Adnan Oktar hapiste değil, heykelleri, varakları ve kedicikleriyle boğaz manzaralı villasında yaşıyormuş. Televizyonda ayetlerle surelerle başlayıp oyun havaları eşliğinde atılan göbeklerle sona eren programlar yapıyormuş.

Hürriyet gazetesinde ünlü kedicikler yürekleri hoplattı başlıklı foto galeriler yayınlanıyor, kediciklerin hepsi aynı cerrahın elinden çıkmış olması muhtemel göğüslerinin sadece uç kısımlarının kapalı olduğu bol fotoşortlu fotoğraflarının yanında kendilerinin İslam’la ilgili kıymetli görüşlerine yer veriliyormuş.

Wikipedia üzerinden istediğimiz bilgiye ulaşabiliyor, yerel seyahat acentelerinin hiç kullanıcı dostu olmayan dandik sitelerine girmeden booking.com üzerinden ülkemizdeki otel ve pansiyonlarda rezervasyon yapabiliyormuşuz.

“Müziğin sesini biraz kısar mısınız” dediğimizde surat yediğimiz ve “Abla bi sigara yaksam rahatsız olur musun?” soruların maruz kaldığımız taksi yolculukları yerine “Hoşgeldiniz hanımefendi” diye karşılanıp, “Ne tür müzik tercih edersiniz?” sorusuyla önce dumur sonra mutlu olduğumuz güvenli UBER yolculuklarını neredeyse aynı fiyata yapabiliyormuşuz.

O tarihte çoğumuz Ekrem İmamoğlu adını duymamışız. Bu adamın bir kaç yıl sonra çıkıp “Yolumuz uzun, gençliğimiz var” diyerek gözlerimizi dolduracağını, çoktandır kaybettiğimiz umutlarımızı tazeleyeceğini bilmiyormuşuz.

Ben son yazımı paylaştığımda, çiftlik bank yatırımcıları muhtemelen ekran başında sanal ineklerin ot yiyip büyümelerini izliyor, kazanacakları paraları nasıl harcayacaklarıyla ilgili planlar yapıyorlarmış. Tosuncuğun paralarla yurt dışına kaçıp Ferrarisiyle gezerken görüntülenmesine bir yıldan fazla zaman varmış.

Amazon’un sahibi Jeff Bezos henüz dünyanın en zengin adamı değilmiş.

Minnoş henüz toplarıyla vedalaşmamış, ben bunları yazarken camın önüne uzanmış yalanmakta olan ikinci kedim Todor henüz hayatıma girmemiş, hatta doğmamışmış.

Uzun zaman olmuş. Şimdi tabii bu kadar uzun bir aradan sonra ne yazacağım konusunda epey düşündüm. 2020 nin neredeyse her hafta başka bir felaket haberiyle üzerimize geldiği, korona virüs korkusuyla dolapların makarna dolup ellerin kolonya ve dezenfektan sürülmekten tahriş olduğu şu günlerde üç yıl aradan sonra yazacağım konuyu dikkatlice seçmeliydim.

Onca düşünüp taşınmadan sonra size Minnoş’un ilk banyosunu anlatmaya karar verdim. Buyurunuz.

Öncelikle şunu belirteyim. Başlık sizi yanıltmasın, kediler yıkanmaz. Nokta. Yani gerçekten ciddi bir durum yoksa asla yıkanmazlar. Benim iki numara, Todor mesela üç yaşında ve hiç yıkanmadı bugüne kadar.

Minnoş ise yazının başlığından hemen anladığınız gibi birden fazla kez yıkandı. Tam üç kez. Bu arada şunu da baştan söyleyeyim. Hani sosyal medyada dolaşan bazı videolarda suyu seven, denize girip yüzen kediler falan görmüşsünüzdür. Nadir de olsa böyle hayvanlar da var ama Minnoş kesinlikle onlardan değil.

İlk seferinde ikimiz de banyoya başımıza ne geleceğini bilmeden girdik. Ayrıca Minnoş henüz yavruydu, bu kadar güçlü değildi. Bu sayede fazla kan dökülmedi ama Minnoş o günden sonra uzun zaman banyonun eşiğinden içeri adım atmadı, atmıyor.

İkinci banyosunda ben altıma kalınca bir tayt, üzerime uzun kollu bir penye giydim. Vücudumdaki tırnak izleri çok derin olmasın diye. Suratıma doğru sıçraması ihtimaline karşı yüzüme de deniz gözlüğü takmayı düşündüm ama sonra deniz gözlüğünün onu iyice korkutabileceğini düşünüp vazgeçtim.

Üçüncü seferde ise Minnoş o kadar bitkin, o kadar perişan bir haldeydi ki fazla direnemedi, adeta teslim oldu. Gerçekten kötü bir gündü, onu başka zaman anlatırım.

Ne diyordum? Evet, bir kedinin yıkanması için gerçekten büyük bir pisliğe bulaşmış olması lazım.

Fotoğraflar belki durumu açıklamama yardımcı olabilir.

Minnoş bir kaç gün sokağa çıkmadığında aşağıdaki gibi görünüyor. Ancak bu çok nadir karşılaştığımız bir durum olduğundan ben her seferinde “Vay be, ne kadar beyazmış” şaşkınlığını yaşıyorum.

Aşağıdaki fotoğraflar ise Minnoş’un hormonlarının tavan yaptığı, gördüğü her dişinin peşinde koşup karşısına çıkan her erkekle kavga ettiği, eve iki üç günde bir karnını doyurup azıcık kestirmek için uğradığı serserilik dönemlerinden.

O günlerde bile Minnoş’u yıkamak aklımdan geçmedi. Karşıma alıp konuştum. “Minnoşcum insan olsun kedi olsun dişiler bakımlı, temiz erkek sever. Ara sıra gidip serseri tiplere de vuruluruz ama bakma o serseri de buluşmaya gelirken banyosunu yapsın, parfümünü sürsün isteriz. Böyle dolaşma ortalıkta, azıcık yalan, temizle kendini” dedim. Bunları anlatırken yatakta el ele uzanmış olmamız sebebiyle “Öyle diyorsun ama elimi de bırakmıyorsun” diye düşünmüş olacak ki davranışlarında pek değişme olmadı. Ben de ne yapayım, kendimi otuz yerine kırk, çarşafları altmış yerine doksan derecede yıkamaya başladım.

Yani bir kedinin yıkanması için ortada kirin pasın ötesinde gerçekten boktan bir durum olması lazım.

En iyisi baştan anlatayım. 2016 yılının güneşli bir Temmuz günü bir arkadaşıma kahvaltıya gidecektim. Minnoş bir ay önce geçirdiği ikinci göz ameliyatından sonra uzun süre evde dinlenmiş, tekrar sokağa çıkmaya başlayalı bir hafta on gün olmuştu. Alışma turları olarak her gün bir saat kadar salıyor, ben de ya kapının önünde oturup izliyor ya da camdan takip ediyordum.

O sabah Minnoş çıkalı yarım saat falan olmuştu. Ben de yavaştan hazırlanırken beş dakikada bir camdan bakıyordum. Kapının önünde bir kaç kediyle takılıyordu. Az sonra dışardan acı bir miyavlama gelmeye başladı. Pencereye koştum. Sesi geliyordu ama kendisi görünürde yoktu.

Hemen aşağı indim. Tam kapının önündeki ağacın yüksek bir dalından bana bakıyor ve acı acı miyavlamaya devam ediyordu. Üstü başı da çamur içideydi. O yükseklikten kendi başına inemeyeceği belliydi. Tabii benim iki metre kadar düz yükselip sonra ikiye dallanan ağacın kalın gövdesine tırmanamayacağım da. Bir yandan yumuşak bir sesle “tamam Minnoş ben buradayım, bir şey yok, halledeceğim” diye onu sakinleştirmeye çalışırken bir yandan “İtfaiye gelir mi acaba?”, “Kamyonet gibi birşeyi ağacın altına çeksek üzerine çıkıp yetişebilir miyim?” gibi seçenekleri değerlendiriyordum. Sonra aklıma evdeki merdiven geldi.

“Minnoşu yalnız bırakmamak için kimi çağırsam, hangi komşudan yardım istesem” diye düşünürken elektrik saatlerini okuyamaya gelen genç adamı gördüm. Durumu anlattım, ben merdiveni alıp gelinceye kadar Minnoşla sakince konuşmasını rica ettim. Şimdi düşününce süper bir insanmış, ne dalga geçti ne de güldü. Kucağımda merdiven geri geldiğimde Minnoş aynı yerde, çamur renginde ama sakindi.

Merdiveni ağacın yanında açtık ama tabii ki kısaydı. Bir de bizim apartman, girişinde dikkat, yüksek eğim tabelası bulunan bir yokuşta olduğundan merdiven bir türlü dengede durmuyordu. Adamcağız merdiveni sımsıkı tutarken ben en üst basamaktan ağacın gövdesinin ikiye ayrıldığı yere çıkabildim ama ordan kollarımı ne kadar uzatsam Minnoş’a yetişemiyordum. “hadi canım, gel güzelim” derken Minnoş da cesaretini topladı, bir kaç dal aşağıya indi. Şimdi parmak uçlarımla ancak erişebildiğim yükseklikteydi. Yaklaşınca ne kadar pis koktuğunu fark ettim. Bulandığı şeyin çamur değil kendi kakası olduğunu ise ancak parmak uçlarımda yükselip zar zor onu ellerimin arasına alabildiğimde.

Ellerimin arasında vıcık vıcık kakaya bulanmış ve çok korkmuş bir Minnoş, yerden çok yüksekteyim. Minnoş ellerimin arasındayken ağaçtan merdivenin üst basamağına atlamam mümkün değil. Minnoş’u bu yükseklikten aşağı da bırakamam. Aşağıdan bizi izleyen adam tek çarem. “Şey… kedi kakaya bulanmış durumda ama merak etmeyin size bolca kolonyalı mendil getireceğim” diye durumu açıkladıktan sonra Minnoş’u ona uzattım. Yüzünü bile ekşitmedi. Ne tatlı insanlar var dünyada.

Sonra kaldırımda yan yana oturup bir paket kolonyalı mendille o ellerini ben de Minnoş’un tüylerini temizlemeye giriştik. Minnoş tüyleri çok uzun olduğundan ne kadar silsem bitmiyordu. Ne yapacağım şimdi? Kedi yıkanır mı? Sabunla mı yıkanır? Kakasız elimle telefonumu çıkarıp veterineri aradım. Çok yardımcı oldu.

On dakika sonra küçük boy bir bebe şampuanı, Minnoş ve ben küvete girdik. Önce her şey normaldi. Olacaklardan habersiz birbirimize bakıyorduk. Sonra ben “Hadi bakalım” deyip suyu açtım ve o minik kedi vahşi bir kaplana dönüştü. Hatta, yaralı bir kaplana. Daha önce hiç duymadığım sesler çıkarıyor, küçücük küvette bir oraya bir buraya kaçıyor, tabii ki bir duvara bir duşakabine çarpıyordu. Can derdindeydi. Konuşarak sakinleştirmek filan mümkün değildi, sadece onun çığlıkları duyuluyordu. Neyse ki benim de içimde böyle zamanlarda ortaya çıkıp yapılması gerekeni yapan cerrah soğukkanlılığında biri var. Ben küvetin dışından endişeyle izlerken dizlerinin üzerine çöküp Minnoş’u bacaklarının arasına aldı. Bir kaç dakika içinde köpürtüp güzelce duruladı. Havluya sarıp kucağıma verdi. Küvetten çıkarken bacaklarından ince ince kanlar süzülüyordu.

Minnoş’un tüyleri ıslanıp vücuduna yapışınca aslında ne kadar küçük olduğunu fark ettim. Bacaklarını ne kadar ince olduğunu. Gördüğüm Minnoş’un yarısı tüymüş meğer.

Yazarlık eğitimlerinde hep derler ya, kahramanınızı zor durumlara sokun, başına olmadık işler getirin ki okur kahramanın gerçek karakterini görebilsin. Gerçekten nasıl bir olduğumuz ancak böyle zamanlarda ortaya çıkar çünkü ve ancak böyle zor zamanlarda birbirinin yeni yüzlerini gören, birbirini anlayan okur ile kahraman arasında, iki arkadaş arasında, kimi zaman da bir insanla bir kedi arasında derin bir bağ kurulur. Ben Minnoş’un içinde uyuyan kaplanı gördüm o gün.

Bir de çocuklu insanları biraz daha anladım. Annemi babamı biraz daha anladım. Otuz dokuz derece ateşle üşüyorum diye ağlarken beni suyun altına sokmaya çalışan annemin çaresizliğini anladım. Dişçi korkusuyla koltuktan atlayıp, minicik boyumla insanların arasından hızla koşarak hastaneden çıktığım ve annemleri peşimden dakikalarca koşturduğum zamanları hatırladım. Beni yakalayıp dişçiye geri götürürken neler hissettiklerini anladım.

Bir söz vardı, ne zaman nerede okuduğumu hatırlamıyorum ama şöyle bir şeydi: Herhangi bir şeyde çok derinleştiğinizde/ustalaştığınızda, onu anlarken aslında her şeyi anlayabilirsiniz. Bu şey seramik yapmak da olabilir, bahçıvanlık ya da enstrüman çalmak gibi herhangi başka bir şey de. Bir seramik ustası çamura şekil verirken, dönen çamurun elinin altındaki tepkilerini hissederken, sürdüğü sırrın pişerken ulaştığı sıcaklık derecesinin azıcık değişmesiyle ortaya çıkan farklı renkleri gözlemlerken; bir bahçıvan o yıl yağan yağmurun miktarına göre ağaçların verdiği meyvelerin nasıl farklı olduğunu yaşayarak öğrenirken aslında hayata, ölüme, zamana, sabretmeye, sevgiye, insan doğasına, aslında neyin önemli olduğuna, iyiye, kötüye dair pek çok şeyi anlayabilir. Derinleştiğinde.

Minnoş hayatıma gireli dört yıl oluyor. Elbette kediler konusunda ustalaştım gibi birşey demeyeceğim ama bunca zamanın, beraber yaşadığımız onca şeyin sonucunda Minnoş’la aramızda derin bir bağ oluştu. Kediler hakkında bir sürü şey öğrendim ama bunun ötesinde bir çok konuyu daha önce düşünmediğim şekilde düşündüğümü ve anladığımı hissediyorum.

Bir banyodan nereye geldim. Neyse, o güneşli Temmuz gününe dönersem, ben havluyla kabasını aldıktan sonra Minnoş pencerenin önüne uzanıp neredeyse bir saat kendini yalayıp kuruttu. Islak diliyle o ıslak tüyleri yalayarak nasıl kuruttuğunu hala tam anlayabilmiş değilim. Kedilerle ilgili çözülemeyen gizemlerden biri daha. O yalanırken ben de bacaklarımdaki çiziklere kolonya sürdüm. Kurulanması bittiğinde pamuk gibi bir şey oldu. (Bu kedi bu kadar beyaz mıydı???)

O, bakışlarından anladığım kadarıyla içinden bana okkalı küfürler savururken ben de bu ânı aşağıdaki gibi ölümsüzleştirdim.

Ben bunu bir gün anlatırım dedim.

 

Leave a Reply

Your email address will not be published. Required fields are marked *