kaliteli bir akşam
Çok sıkıldınız biliyorum. Pandeminin dokuzuncu ayını bitirirken hepimiz çok sıkıldık. Başta keyif aldığımız şeyler bile kabak tadı verdi. Karantina yüzünden dar alanda sıkıcı rutinlerin içinde kaldık ve bilimsel çalışmaların da gösterdiği gibi rutin insanı yavaş yavaş öldüren birşey. Keyifsizliğimiz bundan.
Bu karantina sürecinden yeni bir dil öğrenmiş, bir kitap yazmış, o fazla beş kilosunu vermiş olarak çıkacak kimse var mı bilmiyorum. Bildiğim, öyle birileri varsa da ben onların arasında değilim. Bugünlerde çoğunuz gibi benim de önceliğim akıl sağlığımın kalan kısmını korumak.
Son birkaç gündür nereye dokunsam elektrik çarpıyor. Resmen kıvılcımlar saçarak dolaşıyorum. Annem de “Çağdaş sen bir psikiyatriste mi görünsen” demeye başlayınca arabama atladım. Mutfakla salon arasında geçen haftaların ardından üç saatlik araba yolculuğu çok iyi geldi. Eskişehir’den çıkalı yarım saat olmadan gökyüzü daha bir mavileşti. İstanbul’a vardığımda tüm renkler daha parlaktı.
Bakın bu da zihnimizin bize oynadığı oyunlardan biri. Geçmişi nasıl hatırlayıp geleceği nasıl hayal ettiğimizi, içinde bulunduğumuz ruh hali belirliyor. Sıkışmışlık hissi içindeyken, geleceği de böyle hayal ediyoruz. Dar, imkansız, keyifsiz. Oysa bir şeyleri değiştirip rutini kırdığımızda, geleceğe dair farklı olasılıklar da ufukta beliriyor.
Uzun zaman sonra kendi başıma geçirdiğim bu ilk akşamda bunu denemeye karar verdim. Sokağa çıkmak yasak olduğu için evdeki imkanlarla mümkün olduğunca rutinimin dışında bir akşam geçirecektim.
Dolapları, çekmeceleri açıp uzun zamandır gün yüzü görmemiş neler var baktım.
Lava lambası. Olur. Taktım fişe.
Dört yıl önce seramik kursunda yaptığım ve hiç kullanmadığım buhurdanlık. Hemen yanında içine damlatmak için aldığım uçucu yağ karışımı.
Koydum suyu, damlattım içine yağdan on damla, yaktım altındaki mumu. Çok geçmeden portakalımsı bir koku hafiften yayıldı odaya.
Söndürdüm ışıklar da. Aslında lava lambasını izlemek karanlıkta daha keyifli olacağı için yaptım ama her akşam aydınlıkta oturduğumuz düşünürsek bir gece ışıkları söndürmek bile kendi başına bir değişiklik.
Işıklar sönünce müzik açmadan olur mu? Yani aslında olur ama böyle kokulu, ışık oyunlu, loş ortam olunca Ferdi Özbeğen’den o günler şarkısı çok iyi gider gibi geldi. Hele bir de bir başkadır dizisi sayesinde Şan Tiyatrosundaki konser kayıtları ortaya çıkmışken.
Tamam şarkı da çok güzel ama asıl etkileyici olan Ferdi Özbeğen’in şarkıyı söylerkenki yüz ifadesi, kameralara iyi görünme kaygısından uzak tavırları, içten gülümsemesi, botoks yapılmamış göz kenarı kırışıkları, porselen kaplanmamış aralıklı dişleri değil mi? Ve elbette yanaklarından süzülen terler. Doğallığa nasıl hasret kalmışız.
Eve gelirken altılı soda almıştım ama böyle bir akşamın ruhuna yakışmayacaktı. Zaten yeni anne de değilim, bebek emzirdiğim de yok. Öyleyse neden içmeyeyim?
Mutfak dolabının alkol gözünü açtım. Rakıyı ve şarapları geçtim. Hiç denemediğim seçenekler olarak Bacardi ve Aperol buldum. Yarım saat içinde bir köşeye kıvrılıp uyumak istemediğim için alkol oranı yüzde kırk olan Bacardiyi geçtim. Yüzde on bir alkol oranıyla Aperol şişesi bana gülümsüyordu.
Aslında şişenin arkasında da açıklıyormuş ama onu görmediğim için Google’a “Aperol nasıl içilir?” diye sordum. Prosecco lazımmış, yarı yarıya karıştırmak için. Öyle olunca o yarın akşama kaldı.
Kaldım mı biraya. Şimdi bira ile kafa mı bulunur demeyin. Önemli olan niyet. Niyet ettim kafayı bulmaya diye başlarsanız alkolsüz birayla bile şarhoş olabilirsiniz. Yoksa placebo ilaçlarla iyileşen hastaları nasıl açıklayacağız?
Ben birayı doldururken YouTube da Ferdi Özbeğen’in aynı şarkıyı yıllar sonra, olgunluk dönemi diyeceğimiz bir yaşta söylediği bir klibi çalmaya başlamıştı. Aynı duygu yoktu sanki bu sefer. İlginç, Müzeyyen Senar’da, Zeki Müren’de tam tersini hissederim hep. Gençlik kayıtlarındansa olgun sesleri daha çok hoşuma gider.
Ordan geldik mi Müzeyyen Senar’a. Kimseye etmem şikayet, ağlarım ben halime.
Belki Müzeyyen Senar’dan bu şarkıyı ağlamadan dinleyebilenler vardır ama ben onlardan da değilim. Musluklar orda açıldı.
Sonra Zeki Müren, Selami Şahin derken en son Ahmet Kaya kendine iyi bak, beni düşünme şarkısını söylüyordu.
Çok iyi geldi ama.
Arada böyle eşşek sudan gelene kadar ağlamak lazım.
YouTube da sağolsun, bu kadar gözyaşının kafi olduğuna kanaat getirmiş olacak ki yüzümü yıkayıp döndüğümde Goran Bregoviç’ten bella ciao başlıyordu. Sahne arkasında kollarını iki yana açıp dans etmeye başlayan o adam mı beni gaza getirdi emin değilim ama ben de kendimi salonun ortasında zıplarken buldum. Madem altımdaki daire boş, o zaman dans.
Dışardan gören olduysa bu hareketlere dans demeyebilir ama kusura bakmasınlar kendimi onlara yedirtmem. Dans etmesini onlardan öğrenecek değilim. Dansı en iyi ben bilirim, ben dansçının daniska… Pardon, kaptırdım kendimi.
Yalnız 1.60 boyumla zıplarken, ellerim avizeye çarpıyorsa bu kentsel dönüşümle yapılan binaların tavan yüksekliğini bir gözden geçirmek gerekebilir. Burdan tüm müteahhitlere sesleniyorum. Bu ülkede boyu 1.90 insanlar var. Bu insanlar evlerinde içlerinden geldiği gibi dans etmeyecek, eğlenemeyecekler mi?
Gypsy Queens ile biraz sakinleştim derken ikinci dalga yine mi çiçek ile vurdu.
Bu arada Meral Okay’ın eşi Yaman Okay’ı anlattığı bir röportajı var. Okumadıysanız şurada bulabilirsiniz. Nasıl güzel sevilir dersi gibi.
İkinci dalga ilki kadar yıkıcı olmadı. Sakince süzülen birkaç damlayla girdiğim havadan çıkmam için sağolsun Ersan Tekin el uzattı. Kendisiyle tanışıklığımız çok eski. Çocukluğumda annemler her hafta birinin evinde gün yaparlardı. Pastalar börekler yenir, bir noktada kasetçaların düğmesine basılırdı. Ersan Tekin’in anonsuyla birlikte ev bir anda düğün salonuna döner, oturan kalmazdı. İnanmıyorsanız şu videonun ilk otuz saniyesine bakın.
Gün kültürüne kenarından köşesinden bulaşmış birinin oynamadan birkaç dakika dayanabileceğini sanmıyorum. Şimdi buna tertemiz delirmek mi dersiniz, ay yok artık Çağdaş mı dersiniz bilemem ama on – on beş dakika oynadım. Yalan yok. Zaten şarkılar arasında boşluk da vermiyor, ucuca ekliyor hepsini. İnsan ancak yorulunca aklına geliyor durmak.
Şimdi saat sabah beşe geldiğine göre, benim bu yazıyı paylaşıp yatmam altıyı bulur. Yarın her gün yaptığım gibi dokuzda kalkıp iki yumurtalı bir kahvaltı etmem. Öğlen on ikiye kadar uyurum. Kalkınca da gider bir kruvasan bir sütlü kahve alırım. Pandemi bitmiş, Euro 3 liraya düşmüş, ben de Paris’e gitmişim gibi hayal ederek yerim.
Böyle kalite bir geceye de böyle bir kahvaltı yakışır zaten.
Bu arada unutmadan, ağlamayla halay arası bir noktada gidip mutfak tezgahını bir güzel temizledim çünkü yarın üzerinde zencefilli kurabiye hamuru açacağım. Çünkü bu ev daha önce hiç zencefilli kurabiye kokmadı. Çünkü yarın değilse ne zaman? Çünkü kendinize küçük sürprizler yapın.
O zaman haydi eller havaya.
2 Responses to kaliteli bir akşam